26 Mart 2011 Cumartesi

Yeşil Süveterli Kız



"O mesajı hiç atmamalıydım"
Hiç...
"Keşke bunun bir geri dönüşü olsaydı !"
Keşke...

Ağaçlı yolda yürürken aklından bunlar geçiyordu. Burayı kaç defa hayallerine mekan olarak kullanmıştı, kim bilir. Gözünü kapatıp da kalbinin hükmüne girdiği zamanlarda, onu hep ağaçlarla beraber resmederdi. Ne de olsa okulun tek romantik yeriydi şüphesiz. Dışarıda betonun soğukluğu, insanın somurtkanlığıyla yarışırken, kavak dallarıyla çevrili bu yerde ilham perisiyle doyasıya sohbet edebiliyordu. Şimdi ise bu yol sadece tereddütlü bir yalnızlığın içinden geçiyordu. Ne diyebilirdi ki, hayatın garip ironilerinden biri...

Önceden sözleştikleri noktaya yaklaşıyordu. Her adımda aklının bir başka köşesini ele geçiren sorular onu bunaltıyordu:

"Ya beni hiç dinlemezse?"
"Ya bana soğuk davranırsa?"
"Ya geç kaldıysam?"

Geç kalmamalıydı. Kendisi için bu kadar önemli bir buluşmaya geç kalmamalıydı. Adımlarını sıklaştırdı. Önünde dönmesi gereken sadece bir köşe kalmıştı. Hızlı hızlı nefes alıyordu artık. Köşeyi dönerken nefesinin kesildiğini hissediyordu.

Geç kalmamıştı. Kafenin önünde birçok kişi vardı ama o yoktu. Buluşma yerini ayarlarken beraber yemek yemeyi planlamıştı ama şimdiki heyecanıyla boğazından bir lokmanın bile geçebileceğini sanmıyordu. Beklemeye koyuldu. Her zaman yaptığı gibi, gördüğü kişileri onunla karşılaştırdı. Ve yine her zamanki sonuca vardı. "İnsan en beğendiğine mi aşık olur, yoksa aşık olunca mı en beğendiği o olur ?" diye düşündü. Cevap veremedi, vermek de istemiyordu. Yalnızca onu görmek ve kalbindekileri söylemek istiyordu. Umutlu bir yolculuk değildi, rotası bile belliydi hatta. Yine de göğsündeki bu mezarı görünce onun ne yapacağını merak ediyordu, beyaz bir karanfil mi atacaktı yoksa ıslık çalarak yanından mı geçecekti?

Düşünceler içindeyken bir anda karşısında onu gördü. Zarif, sade ve büyüleyiciydi. Üzerinde şık bir kıyafet vardı. Bunu kendisine önem verildiğinin bir göstergesi olarak kabul etmek istiyordu; ne var ki onun hep böyle güzel giyindiğini kendisi de biliyordu. Bir an için gözlerini kızın yeşil süveterinden alamadı. Rengi adeta çimen gözlerinin yansımasıydı. Dolunay altındaki denize bakar gibi baktı ona, ve gördüğü yakamozla ayı hatırlar gibi tekrar gözlerine doğru başını kaldırdı. O gözlere baktığı şanslı anlar için paha biçemezdi.

Tanıdık bir "Merhaba!" ile kendine geldi biraz, ve ancak "Merhaba" diyebildi karşılık olarak. Konuşmayı yeni söken bir çocuğa dönüşmüştü. Aklına gelen kelimeleri birleştirip basit cümlelerle sohbeti başlattı. "Naber?" dedi mesela, "Kafeye girelim mi?" dedi, "Yemek yer misin?" dedi. Kafeye girdiler. Çocuk, üzerinde hala hafif bir sersemlikle etrafı inceledi, ancak yer bulamadı. Kıza az ilerideki kantine gitmeyi teklif etti, aldığı soğuk "Fark etmez" cevabı moralini bozdu. Kız şu anda dünyanın herhangi başka bir yerinde olmayı buradan yeğ tutar gibiydi. "Yine de bu konuşmayı yapmak zorundayım" diye düşündü çocuk.

Kantin de epey kalabalıktı, ama oturacak bir yer buldular. Kız yemek yemeyeceğini, derse yetişmesi gerektiğini söyleyince çocuk da bir şeyler almaktan vazgeçti. Sanki alsa yiyebilecek miydi? Derhal konuya girmesi gerekiyordu. Planladığı cümleler vardı elbet, ama bunlar ipe dizili kolye uçları gibi ardı arkasına gelmiyordu. Her cümle ipe bir düğüm atıyor, düğümler boğazında toplanıyordu. Ama o yine de anlattı. Birikmiş bütün sevdasını onun önüne sundu. Anlattı. Anlattıkça açıldı. Sonra bir an duraksadı. Ona baktı. Hayatında hiçbir zaman onun kendisine bu kadar uzun bakmasını sağlayamadığını fark etti. Bu anı doyasıya yaşamak, gözlerindeki ormanda biraz daha dolaşmak için konuşmasını yavaşlattı. Uzun uzun anlattı, sevgisini, kendisini, içindeki "o"nu. Cevaplanmamış soruları vardı. Ve bazı cevapları vardı, daha sorusunu soramadan aldığı... Şimdiki de bunlardan biriydi aslında. Yıllardır soramadığı sorunun cevabını karşısındaki şimdiden veriyordu: Seni sevmiyorum !

Cevabın keskinliği ruhunu yaralamıştı. Kız henüz ağzını bile açmamıştı ama onu dinlemek istemiyordu. Bakışlarında çakan şimşeğin ardındaki gök gürültüsünü duymak onu korkutacaktı. Ama artık ok yaydan çıkmıştı. Eğer onu buraya kadar davet ettiyse, cevabını hep uzaktan yaptığı gibi tahmin ederek değil, dinleyerek öğrenmek zorundaydı. Tüm cesaretini toplayarak "o" soruyu sordu. Kız soğukkanlılıkla beklediği cevabı verdi. Kelimeler tahmin ettiğinden çok daha hızlı saplandı yüreğine. Fakat aksi için yapabileceği bir şey yoktu. Haydutların yakıp yıktığı köyler gibi çaresizdi onu dinlerken. "Ama"sı "lütfen"i yoktu bunun. Önce yaralandı, sonra can verdi yavaşça. Güzel kız açtığı mezara bir karanfil atmadı bile, ıslık çalarak yanından geçti. Sonuçta o alışıktı buna. Kim bilir kaçıncı mezardı açtığı, ve kaçıncı aşk kaçtığı...

Hayalkırıklıklarıyla geçen konuşmanın sonunda çocuk, "en azından arkadaşça bir çay içmeyi" teklif etti. Çaylarını içerken havadan sudan konuştular. Çocuğun bir yanı hala savaşıyordu, "neden?"lerle ve "nasıl?"larla. İçeceğini bitiren kız "derse yetişmeliyim" diyerek kalkınca çocuk da toparlandı. Fakülteye dek uzun bir yolu beraber yürüdüler. Yanlarından genç sevgililer nispet yaparcasına geçiyordu. "Belki başkaları da bizi sevgili sanıyordur, bunu duymak çok güzel olurdu" diye düşündü. Yolun sonuna vardıklarında, kendisine vakit ayırdığı için kıza teşekkür etti. Çocuk bunun bir veda gibi olmamasını istiyordu, kız ise bir an önce bitmesini. Son sözlerin ardından uzaklaşan kıza bakarken anladı ki, o, aşkın bu çimen yeşili halini hayatı boyunca unutmayacaktı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder