Ev o gün her zamanki halindeydi. Farklı olan tek şey, babamın evde olmasıydı. O zamanlar haftasonu diye bir kavramın varlığından haberdar değilim. Benim için “babamın evde olduğu ve olmadığı günler” vardı. Eğer babam evdeyse, sabah erkenden -pek istemesem de- kahvaltı ederdik. Yoksa oyuncaklarıma gitmem için izin çıkmazdı. Oyuncaklarım dediğim de üç dört tane bir şeydi, fazlası israftı. Ama o üç dört şey, oynarken üç dört bin şey olurdu. Elinde ince bir çubuk tutan o adam yeri geldi savaşçı oldu, yeri geldi itfaiyeci oldu, hatta barış çubuğu tüttüren kızılderili oldu.
O sabahki kahvaltıdan sonra savaşçılarımı zor bir görev bekliyordu. Kırık bacaklı adam yine bir kötülük yapmıştı ve savaşçılarım onu yakalamak için çölün bir ucundan öbürüne geçeceklerdi. Oyunlarımdaki kötü adam hep o kırık bacaklı olurdu. O haline rağmen kahramanlarımdan epey uzaklaşmış. Neyse ki benim iyi adamlarımın çölü geçmek için kullanacakları bir develeri var. Kırmızı bir Vosvos gibi göründüğüne bakmayın, o an için o tek hörgüçlü bir deveydi. Gerçeğinin kuvveti bilmemkaç beygire eşti -başka oyunlarımda ışık hızıyla gittiği de oldu-, ama o sırada bir deve gücündeydi ve bu bana yetiyordu. Adamlarım deveye binip çölde dağlar, tepeler aştılar. O sırada annem elinde bir tepsiyle salona girdi. Koltuğunda gazete okuyan babama kahve getirmişti. Bana da “Haydi oğlum, oyununa ara ver de portakal suyunu iç” dedi. Annem kanepeye oturup kahvesine uzanırken adamlarım da yorulmuştu zaten. Annemin ayaklarının arasında, başka zamanlarda kanepenin altı olan, ancak o anda mağaraya dönüşen boşluğa adamlarımı dizdim; iyi adamlar oldukları için hemen uyudular. Uslu çocuklar da hemen uyurdu. Hemen uyur ve portakal sularını çabucak içerlerdi. Ben de uslu bir çocuktum.
Boş bardağımı sehpaya koyup adamlarımı uyandırdım. Ne kadar çok zaman geçmişti! Mağaranın önüne örümcekler ağ bile örmüştü. Ağı temizlemek istediğimde annem bana kızdı, “Bırak, elleme o pis tozları!” diyip elimden aldı. Adamlarım mağaradan çıkıyordu, ezan okunmaya başlamıştı. Adamlarımı koşturmaya başladım. Ezanın mahalleyi inletmesinden cesaret alıp, ben de evi inletiyordum:
--- Allah Allah Allah! Saldırın!
Gazetenin hışırtısı benim sesimi bile bastırmıştı:
--- Oğlum, sessiz ol! Bak ezan okunuyor.
Ezan okunurken susmam gerektiğini biliyordum, ama ezanın
neden bazı saatlerde gürültüyle evimize dolduğunu söylememişlerdi. Dayanamayıp
sordum:
--- Baba, ezan ne?
--- İnsanları namaza çağırmak için yapılan bir seslenme oğlum.
--- Peki namaz ne?
--- İnsanları namaza çağırmak için yapılan bir seslenme oğlum.
--- Peki namaz ne?
Durdu. Hafifçe gülümsedi.
--- Bu böyle olmayacak. Gel seni bir yere götüreyim. Annene
söyle, sana pabuçlarını giydirsin.
--- Ama baba, oyunum daha bitmedi!
--- Gelince devam edersin oğlum. Haydi annen sana pabuçlarını giydirsin.
--- Pabuç ne baba?
--- Ayakkabı evladım.
--- Ama baba, oyunum daha bitmedi!
--- Gelince devam edersin oğlum. Haydi annen sana pabuçlarını giydirsin.
--- Pabuç ne baba?
--- Ayakkabı evladım.
Babam öyle deyince, istemeye istemeye dışarı çıktım. Yolda yürürken babam, ezan okununca insanların gittiği yere gittiğimizi, burada Allah’a, bize verdiği şeylerden dolayı teşekkür edeceğimizi, bunu yapmazsak kötü Şeytan’ın bize kötü şeyler yaptıracağını anlattı. Benim oyunlarıma benziyordu. Allah iyi adamlarım gibi olmalıydı; Şeytan da kırık bacaklı olan gibi.
Değişik
bir binaya yaklaştık. Büyük bir bahçesi, etrafında yaşlı adamların oturduğu bir
çeşmesi vardı. Kapısına geldiğimizde babam ayakkabılarını çıkardı.
--- Baba niye çıkarıyorsun ayakkabılarını?
--- Oğlum, burası Allah’ın evi. Eve girerken ayakkabı çıkarmıyor muyuz?
--- Allah bizim geleceğimizi biliyor mu?
--- Oğlum, burası Allah’ın evi. Eve girerken ayakkabı çıkarmıyor muyuz?
--- Allah bizim geleceğimizi biliyor mu?
Yine hafifçe gülümsedi.
--- Biliyor oğlum, o çağırdı bizi.
Heyecanlandım.
--- Yani şimdi Allah’ı görecek miyiz?
--- Hayır evladım, o yukarıda, bizi izliyor olacak.
--- Hayır evladım, o yukarıda, bizi izliyor olacak.
Kafam karışık halde içeriye girmiştik. İçerisi, bildiğim
bütün evlerden farklıydı. Çok renkli, çok genişti ve bir sürü ağabey ve amca
vardı. Hep ağabeyler ve amcalar vardı. Babam bana doğru eğilerek,
--- Bak çocuğum, sen biraz burada dur, bizi izle, ama sakın
sesini çıkarma tamam mı? Sakın, dedi.
Yanağımdan öpüp yanımdan ayrıldı. Diğer ağabeyler ve
amcalarla beraber ortada toplandılar. Bir süre garip hareketler yaparak oturup
kalktılar. Babam oturduğu zamanlarda göz ucuyla bana bakıyordu. Sonunda
hareketleri bittiğinde babam tekrar yanıma geldi:
--- Haydi oğlum eve gidelim.
Binadan çıkarken babam birkaç amcayla konuştu. Amcalardan
bazıları gülerek başımı okşadı. Herkes kapının dışında toplanmış,
ayakkabılarını giyiyordu. Babam bana ayakkabılarımı giydirdi, ama gözü sürekli
etrafı tarıyordu. Biraz sinirlenerek,
--- Benimkiler nerede yahu, dedi.
Bu arada ayakkabısını giyen uzaklaşıyor, raflar boşalıyordu.
Az önce babamla konuşan amcalardan biri ayakkabısını giymiş olduğu halde
uzaklaşmadı, babamın yanına geldi:
--- Ali Bey oğlum, hayırdır, neye sinirlendin?
--- Ustam benim ayakkabıları bulamadım bir türlü, çalındı mı acaba?
--- Şuradakilere baktın mı evladım?
--- Baktım ustam, baktım, onlar değil. Çocukla geç geldik diye şu en dışa koymuştum. Hangi arada derede götürdüler yahu?
--- Götürürler evladım, bu devirde insanlar şeytana pabucunu ters giydiriyor.
--- Öyle valla, baksana şurada yarım saatte pabuçsuz kaldık. Aceleyle alıp kaçmış herhalde, ortalığı bütün dağıtmış.
--- İmam efendiye söyleyelim de, şurada durup duran eski terliklerden birini veriversin, geçici. Sonra geri getirirsin.
--- Kaç senedir giyerdim, bir de pabuç masrafı çıktı şimdi.
--- Ustam benim ayakkabıları bulamadım bir türlü, çalındı mı acaba?
--- Şuradakilere baktın mı evladım?
--- Baktım ustam, baktım, onlar değil. Çocukla geç geldik diye şu en dışa koymuştum. Hangi arada derede götürdüler yahu?
--- Götürürler evladım, bu devirde insanlar şeytana pabucunu ters giydiriyor.
--- Öyle valla, baksana şurada yarım saatte pabuçsuz kaldık. Aceleyle alıp kaçmış herhalde, ortalığı bütün dağıtmış.
--- İmam efendiye söyleyelim de, şurada durup duran eski terliklerden birini veriversin, geçici. Sonra geri getirirsin.
--- Kaç senedir giyerdim, bir de pabuç masrafı çıktı şimdi.
Babam, amca ve ben yürüyerek eve ulaştık. Babamın hala üzgün
olduğunu gören amca,
--- Üzülme evladım, Allah’tan gelene ne denir? Vardır bir
hayır.
--- Sağol ustam, gel bir kahvemizi iç öyle git.
--- Yok evladım eksik olma. Öğleden sonra bize torunlar gelecek, eve gitmem lazım.
--- Peki ustam.
--- Sağol ustam, gel bir kahvemizi iç öyle git.
--- Yok evladım eksik olma. Öğleden sonra bize torunlar gelecek, eve gitmem lazım.
--- Peki ustam.
Amca ayrılırken babam hafif gülümsemişti, ama eve girerken
yine mutsuzdu. İçeri girer girmez annem durumu fark etti:
--- Hoşgeldiniz... Ayakkabılarına ne oldu bey?
Babam cevap vermedi. Belki duymamıştı, belki de orayı kötü
bir olayla anmak istemiyordu. Bense bildiklerimi anneme anlatmak istiyordum,
heyecanla seslendim:
--- Anne! Babamla biz Allah’ın evindeyken Şeytan gelip
babamın ayakkabısını almış. Ama acelesi olduğu için pabucu ters giymiş.
Annem gerçeği öğrenmenin sevinciyle güldü. Babam bile gülmüştü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder